24 Şubat 2010 Çarşamba

Sis

Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,
bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi!
Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
sefahate susamış bağrında yaşatan.
Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde
sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.
Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak,
ey bin kocadan artakalan dul kız;
güzelliğindeki tâzelik büyüsü henüz besbelli,
sana bakan gözler hâlâ üstüne titriyor.
Dışarıdan, uzaktan açılan gözlere, süzgün
iki lâcivert gözünle nekadar canayakın görünüyorsun!
Canayakın, hem de en kirli kadınlar gibi;
içerinde coşan ağıtların hiç birine aldırış etmeden.
Sanki bir hâin el, daha sen şehir olarak kuruluyorken,
lânetin zehirli suyunu yapına katmış gibi!
Zerrelerinde hep riyakârlığın pislikleri dalgalanır,
İçerinde temiz bir zerre aslâ bulamazsın.
Hep riyânın çirkefi; hasedin, kârgüdmenin çirkeflikleri;
Yalnız işte bu... Ve sanki hep bunlarla yükselinecek.
Milyonla barındırdığın insan kılıklarından
Parlak ve temiz alınlı kaç adam çıkar?

Örtün, evet ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahbesi!
Ey debdebeler, tantanalar, şanlar, alaylar;
Kaatil kuleler, kal’ali ve zindanlı saraylar.
Ey hâtıraların kurşun kaplı kümbetlerini andıran, câmîler;
ey bağlanmış birer dev gibi duran mağrur sütunlar ki,
geçmişleri geleceklere anlatmıya memurdur;
ey dişleri düşmüş, sırıtan sur kafilesi.
Ey kubbeler, ey şanlı dilek evleri;
ey doğruluğun sözlerini taşıyan minâreler.
Ey basık tavanlı medreseler, mahkemecikler;
ey servilerin kara gölgelerinde birer yer
edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu;
“Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları.
Ey türbeler, ey herbiri velvele koparan bir hâtıra
canlandırdığı halde sessiz ve sadâsız yatan dedeler!
Ey tozla çamurun çarpıştığı eski sokaklar;
ey her açılan gediği bir vak’a sayıklıyan
vîrâneler, ey azılıların uykuya girdikleri yer.
Ey kapkara damlariyle ayağa kalkmış birer mâtemi
sembole eden harap ve sessiz evler;
ey herbiri bir leyleğe yahut bir çaylağa yuva olan
kederli ocaklar ki, bütün acılıklariyle somutmuş,
ve yıllardır tütmek ne... çoktan unutulmuş!
Ey mîdelerin zorlaması zehirinden ötürü
her aşâlığı yiyip yutan köhne ağızlar!
Ey tabi’atin gürlükleri ve nimetleriyle dolu
bir hayata sâhip iken, aç, işsiz ve verimsiz kalıp
her nâmeti, bütün gürlükleri, hep kurtuluş sebeplerini
gökten dilenen tevekkül zilleti ki.. sahtadir!
Ey köpek havlamaları, ey konuşma şerefiyle yükselmiş
olan insanda şu nankörlüğe lânet yağdıran feryât!
Ey faydasız ağlayışlar, ey zehirli gülüşler;
ey eksinlik ve kaderin açık ifadesi, nefretli bakışlar!
Ey ancak masalların tanıdığı bir hâtıra: Nâmus;
ey adamı ikbâl kıblesine götüren yol: Ayak öpme yolu.
Ey silahlı korku ki, öksüz ve dulların ağzındaki
her tâlih şikayeti yapageldiğin yıkımlardan ötürüdür!
Ey bir adamı korumak ve hürriyete kavuşturmak için
yalnız teneffüs hakkı veren kanun masalı!
Ey tutulmıyan vaitler, ey sonsuz muhakkak yalan,
ey mahkemelerden biteviye kovulan “hak”!
Ey en şiddetlikuşkularla duygusu körleşerek
vicdanlara uzatılan gizli kulaklar;
ey işitilmek korkusuyle kilitlenmiş ağızlar.
Ey nefret edilen, hakîr görülen millî gayret!
Ey kılıç ve kalem, ey iki siyasî mahkûm;
ey fazilet ve nezâketin payı, ey çoktan unutulan bu çehre!
Ey korku ağırlığından iki büklüm gemeye alışmış
zengin – fakir herkes, meşhur koca bir millet!
Ey eğilmiş esir baş, ki ak-pak, fakat iğrenç;
ey tâze kadın, ey onu tâkîbe koşan genç!
Ey hicran üzgünü ana, ey küskün karı-koca;
ey kimsesiz; âvâre çocuklar... Hele sizler,
hele sizler...


Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir;
Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!



Tevfik Fikret
18 Şubat 1317

15 Şubat 2010 Pazartesi

I wish "it" were never here.

Moda'da yaşayanlar bilir, sokak köpeklerinin sayısı her geçen gün artıyor. Hayır, bol bol çiftleşip çoğaldıklarından değil, öyle olsaydı bu yazının konusu "ay ne kadar tatlı şu Moda"nın köpekleri türevi bir şey olurdu.

Moda'nın köpeklerinin sayısı gitgide artıyor, herşeyden önce Ataşehir'deki hayvan barınağının Ümraniye'ye bağlanmasından sonra Kadıköy'e bağlı bir barınağın olmamasından dolayı. Ama daha da önemlisi, es kaza Moda sınırlarının içinden geçen köpeklerin birer birer "yahu ne kadar güzel bir yer burası, hem benim gibi bir sürü köpek var, hem de sağda solda amcalar teyzeler benim gibi zavallı evsizlere yemek veriyor, onlarla oynuyor" kanısına vararak Moda'yı kendine ev bellemesinden ötürü, takriben de kendine etraftaki diğer köpeklerden kanka manita neyin yapıyor - bir geldi mi bir daha gitmiyor allaan belaları.

Okuyan da beni hayvan düşmanı sanacak. Hayır efendim, benim şahsıma ait bugün tam bir yaşını dolduran minimininnacık bir Jack Russell'ım var. Kendisi egzersizi sever amma velakin hayvanı bir türlü uzun güzel bir yürüyüşe çıkaramıyorum Moda topraklarında.

Bizim evin alt sokağını tutmuş 3 tane köpek var, Badem, Ceviz, Fındık isimleri. Jack'ten önce severdim onları, geçerken beni eskort ederlerdi falan. Şimdi sokağa giremiyorum, iki defa üzerime saldırdılar zor kurtardım Jack'i ellerinden. Alt sokağıma giremiyorum anlayacağınız köpeğimle.

Önceleri Kurbağalıdere'ye bağlanan sahile götürürdüm Jack'i, sonra orayı kendine ev bellemiş sokak köpeklerinden korkuma oraya gitmemeye başladım. Hele kış gelip karanlık bastı mı sahilde bir tane ışık yok, faili meçhul olursunuz valla.

Sonra Kadıköy'e bağlanan sahil yoluna çıkmaya başladık Jack'le, zamanla orada da -özellikle polislerin peşinde 10'lu guruplar halinde gezen- bilimum sokak köpekleri (bir zavallı Kırpık var orda, ona hiç lafım yok amma) gözümü korkuttu. Arıtma tesisinin oraya yaklaştırmamalarını geçtim, gece karanlıkta peşimize takılanlardan korunmak için diğer köpek gezdirenlerin yanına sığınıp, Jack'i kucağıma alıp yürümeye başladığımda sahile inmeye çalışmanın anlamsızlığını farkettim.

Ama yılmadım, ne zaman ortaya çıkacakları bilinmeyen iki üç köpek yüzünden kendi oturduğum yerde sokağa mı çıkamayacaktım yani? Çocuk parkının oradaki kahveden aşağıya inen bir yol var, hava henüz kararmamışken bir gün oradan ineyim dedim, biraz sahil havası koklar uzaklaşmadan döneriz diye - tam merdivenlerin başında yine iki köpek havlayarak koştu üzerimize. Yalnızca Jack'le benim değil, bir kadıncağız vardı Cavalier King Charles gezdirmeye çalışan ikimiz de köpeklerimiz kucağımızda kalakaldık.

Ama bugün artık bende ip koptu: 2 Sahile de inemiyorum, parkın önünden geçerken geril geril geriliyorum, sabit pazarın orda da bir kez bir köpek iyi bir kovalamıştı bizi - e gidilebilecek neresi kaldı? Moda caddesi üzerinden Bahariye ya da Kadıköy'e doğru olan yol. Hiç köpek görmedim diye tam seviniyordum, içim rahatlamaya başlamıştı, Jack rahat rahat koklasın ortalığı diye tasma mesafesini biraz uzatmayı düşünüyordum ki, Kız Lisesi'nin orada 2 metre uzakta bir adamla oynayan iki sokak köpeği gördüm - görmemle birlikte adam "saldırabilir yannız ...." demeye "dikkat edin" kalmadan köpeklerden biri Jack'e atladı - ben Jack'i kaptım ama köpek de benim kolumu kapmaya yeltendi. Allah'tan üstüm kalındı ve köpek fazla saldıramadan adam da köpeğin üzerine yürüdü ama dişlerini kolumda hissettim. Bir gün yine bir köpek böyle saldıracak ve etrafımda kimse olmayacak diye korkuyorum yani. 

Seviyorum Starbucks'ın önündeki Juliet'i, mahallenin yakışıklısı Bonbon'u, Juliet'in ekürisi yeni gelen kara köpeği, Bast Cafe'deki Emrah'ı, Dondurmacı Ali'nin Tarçın'ını, Lima Emlak'ın ordaki Kırpık'ı (Tarçın'ı bazen orada da görüyorum), Elektrikçi Mehmet'in Hasret'ini, Hasret'in kankisi çizgili şişko köpeği, onların takıma yeni eklenen Babuşka diye isim verdiğim sivas kangalı, 2PiR'nin önünde yatan turuncu köpeği, Colombo Kebap'ın etrafında caka satan Zorro'yu, Ali'nin önündeki yeşillikte yatan beyaz köpeği - ama abi bugün gerçekten canıma tak etti yahu.

Sokakta köpek beslenmez ki! Besleyeceksen git evinde besle, aşılarını yaptır, parazitlerini döktür, adam gibi yemeğini ver. Köpek alırken uyarırlar, oyuncak değil canlı bu diye. Kimse uyarmıyor ama milleti sokakta hayvan beslerken, bunlar mikrop taşıyor, yayıyor, hem diğer hayvanlara hem de insanlara saldırıyor, gecenin bir vakti arabaların arkasından havlıyor, yaşlıları korkutuyor... Kendi mahallemde misafir miyim neyim anlamadım gitti!

Benim yaşlı anneannem bir keresinde 2 metre yakınından kocaman bir köpek geçti diye attı kendini yere, kırıyordu bacağını...

Hayır, köpeklerin bir suçu yok, o da can nihayetinde, istemem zehirli etleri burunlarına dayasınlar ama bir belediyenin de bir barınağı olmaz mı? Herkes cebinden 5 lira çıkarıp sokak köpeklerine mama alacağına bir barınağa yatırsa - sen sağ ben selamet.

Yok ama Modalılar da manyamış. Kedi köpek mamasını geçtim, sokaklara sosisli ekmekler mi bırakmıyorlar,
geçenlerde birisi iyilik olsun diye olacak hamsi kılçıklarını atmış sokağa bizim Jack yemeğe kalktı ölüyordum korkudan boğazında kalacak diye... Tavuk kılçığı bile vermezler kedi-köpeklere millet en küçük balığın kılçığını atıyor, içi rahat...

Ah o General Vil yok mu, bi elime geçirsem!

17 Kasım 2009 Salı

Profesyonel Öğrencilik

"Ne işle uğraşıyorsun?" diye her sorduklarında iç çekmekten vazgeçmem gerek. (sigh)

Profesyonel öğrenciliğin henüz ülkemizde yaygınlaşmış bir tanımı yok maalesef.
Keza ben, boş zamanlarında ne yapıyorsun sorusuna, cevap versem n'olur, vermesem n'olur?
Ben hep okuyorum.
Üstelik pek fazla da boş vaktim yok.

Ama profesyonel olmam, hayatımı okumakla kazanmaya çalışmamdan ileri geliyor.
Hayatını okuduklarıyla kazanmaya çalışan diğerlerindan farkım ise, okuduklarımın cahilliğimi tasdiklemesi, bunun sonucu olarak da beni daha da çok okumaya itmesi.
The more i study, the more i learn. The more i learn the more i forget. The more i forget, the more i study.

Bir diğer deyişle, profesyonel bir öğrenci olarak tek meziyetim cahilleştikçe cahilleşmek.

Herşeyden önce doktoramı henüz almadım. Benim doktoram bana tıp doktorluğu ünvanı vermeyecek. Dolayısıyla mezun olduğumda dahi sırtınızda çıkan çıbanın nasıl tedavi olması gerektiğini bilemeyeceğim. Ama arzu ederseniz size güvendiğim bir iki dermatologun ismini verebilirim.

Siyaset okuyor olmam, güncel politikayla ilgili her türlü gelişmeyi takip etmemi gerektirmiyor. Takip edersem dahi, hemen hepsiyle ilgili naçizane yahut değerli fikirler üretmiyorum, yargıda bulunmuyorum. Bana göre güncel politikanın (ciddiyetime inanmayanlara bkz: reelpolitik) büyük bir kısmı "bullshit." Yani saçmalık, palavra, boktanlık.

Siyaset okuyor olmam demek, sizden daha akıllı ve bilgili olmam anlamına gelmez. Sadece bazı hususlarda daha takıntılı olduğumu düşünüyorum. Takıntılı olmam ise inanın bana yarardan çok zarar getiriyor, yer yer başıma gereksiz işler açmakla kalmayıp kimi zaman diğer insanların (ki buna benim gibi siyaset okuyan arkadaşlarım dahil) kafayı yaktığımı düşünmesine sebep oluyor.

Ve hayır, boş işlerle uğraşmıyorum. Günümüzde bize son derece "olağan" ve "yerleşmiş" gibi gelen hemen her fikir, bir zamanlar son derece "yanlış" ve "kabul edilemez"di.

Dolayısıyla benim de yanlış veya kabul edilemez gibi gelen fikirlerim olabilir. (Bkz kendimi dahilerle eş tutarak halihazırda var demiyorum.) Benim olmazsa başkalarının olabilir, onların da olmazsa birileri o başkalarının fikirlerini zaman içerisinde saptırıp kabul edilemez hale getirebilir. Hiç biri olmazsa an gelir biz kendimizi dışarı çıkamayacağımız bir bataklığın üzerinde hoplayıp zıplarken bulabiliriz.

Bütün bunların yanında, bugün söylediğim birşey yarın bana yanlış gelebilir, eksik gelebilir, farklı birşey düşündürtebilir.

Zaten düşündürtmediği gün, ilerlemediğim gündür. Profesyonel öğrencilikten vazgeçtiğim gün Tanrı katına eriştiğim, tüm cevaplara ulaştığım yanılgısına düştüğüm gündür.

O gün benden korkun anacığım.